Hocam Ahmet Taner Kışlalı

Benim üniversite maceram, 12 Eylül Öncesi ve sonrası olmak üzere iki kısımdan ibarettir.
İlk üç yarıyılı faşist saldırılar altında; son beş yarıyılı ise baskının kol gezdiği bir ortamda okudum.  Ara vermek zorunda kaldığım 1980-83 arasında ise Mamak’a “sonbahar gel(mişti)”.
Kendi “sonbahar”ım henüz bitmişti ki çıkan “öğrenci affı” ile okula dönmüştüm.
Bana yakınlık göstermek isteyen herkesten “gizli polis” çıkartacak kadar “tecrübe” sahibi idim ama diğer öğrenciler için bir “muamma” olduğumu fark edemedim.
Ricat” yaşanmış olsa da “sol hava”nın hakim olduğu bir okula, dönemin ortasında gelip, sınıfın en arkasına konuşlanmış; dersi oradan dinleyip, konuşmaları oradan takip etmeye başlamıştım.
Neredeyse kimsenin tanımadığı ve sadece “dinlemekle yetinen”, yaşı diğerlerine oranla bir miktar “geçkin” birinin “muamma” olarak tanımlanması, “hafif” bile kaçar; varın gerisini siz düşünün.

KALABALIKTAKİ YALNIZI GÖREBİLMEK
Derslere girdikten sonra öğrencilerin söz almasında azalma olduğunu ilk fark eden, sanırım, Ahmet Taner Kışlalı olmuştu.
O bildik karşı duruşuyla Marksizmi tane tane anlatırken ağzına kadar dolu sınıfta çıt çıkmaması tuhafına gitmiş olsa gerek ki aniden sınıfa dönerek sorular sormuş; hatırladığım kadarıyla cılız birkaç geçiştirme dışında katılım çağrısına nedense uyan olmamıştı.
Beni de, sanırım, o an fark etmişti!
Siz” dedi, bütün nezaketiyle “siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?”
Yahya Kemal’in “kuşlar gibi yalnız, yapayalnızdım açıkta” dizesindeki gibi bir başına ve yapayalnızdım.
Konuşsam bir dert; konuşmasam binbir…
Bütün ürkekliğim ile yabancısı olduğum bir ortamda, başladım konuşmaya.
“Eski” dil ile öğrendiğimi “yeni” halimle resmetmek o kadar zor geldi ki…
Sonra sustum!
KORKUNUN HÜKÜMRANLIĞINA KARŞI ÇIKMAK
Benim susuşumla O’nun konuşması arasında geçen zaman saniyelerle ölçülebilirdi ama benim için sanki o “es” anı asırlar kadar uzun olmuştu.
Ne dediğimi ben bile anlamamıştım; varın sınıfın halini siz düşünün!
Ama O anlamıştı; hem dile getirdiğim yargıları hem de yüzüme yansıyan kaygıları…
Nezaketini kuşanmış ama kararlı bir ses tonuyla mealen “burası üniversite, burada bilimi öğreniyorsunuz; korkmanızı, kaygılanmanızı gerektirecek bir şey yok. Ancak bilginiz eksik ve ne yazık ki yanlış çıkarsamalarda bulunuyorsunuz” dedi.
Adeta “ateşler içine” düşmüştüm; kaygılarımı yüzüme vurduğu için mi, yıllarca herkese yüksek sesle anlattığım bilgilerime “eksik”, çıkarsamalarıma “yanlış” dediği için mi şimdi bile ayırt edemiyorum.
Ayırt ettiğim tek şey, “deşifre” olmuştum ama o andan itibaren cesaretimin geri gelmişti.
Hem o ders hem de sonraki derslerde, benim sıklıkla “reel sosyalizm” olarak tanımlayıp geçiştirmek istediğim sisteme ve o sisteme kaynaklık eden Marksizme yönelik "sert" eleştirilerini sıraladı.
O “tartışma”, benim için “milat” olmuş; o andan itibaren derslerini kaçırmamış; anlattıklarına sıklıkla itiraz etmiş ve tartışma çıkmasına neden olmuştum.
ahmet taner kışlalı ile ilgili görsel sonucu
 “FİKİRLERİNİZE KATILMIYORUM AMA…”
O ise her seferinde görüşlerime katılmadığını söylemiş ama gene de ne zaman istesem söz vermişti.
Sanki zamanımızın Voltaire’i gibiydi; hani, Le Riche başkeşişine yazdığı mektupta, “fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canımı bile veririm” diyen Voltaire!
O, sağcı-solcu-İslamcı demeden, farklılıklarımızı zenginlik olarak gören medeni bir insandı. “Fikirlerine katılmadıklarının” bile kendisini “ifade etmesi”ne hoş görü ile yaklaştığına bütün öğrencileri tanıktır.
Ama O’nun “fikirleri”ni açık seçik bir biçimde ifade etmesine tahammül göstermemişlerdi.
21 Ekim 1999'du; Arabasının ön camına konulan paketi çöp kutusuna atmak istediğinde bomba patlamış ve paramparça olmuştu.
Katledilmesinden önce bazı paçavralar O’nu hedef göstermişti.
Tıpkı Uğur Mumcu gibi, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy ve benzer yöntemlerle katledilen diğerleri gibi!
Katledildiğine ilişkin haberi duyar duymaz, içimden bir parçanın koparıldığını hissetmiştim.
Biliyorum; “ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil”; aydınlatmak için uğraş verdiği halkın O’na vefasının göstergesi olsun diye adının Ankara, Balgat, Türkocağı Caddesi'ndeki Spor Salonu'na verilmesini çok istemiştim.
O tarihte  Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nü yaptığım Çankaya Belediyesi Meclisi, aynı hislerle o salona Ahmet Taner Kışlalı adını verdi.
Katileri kimlerin yönetip yönlendirdiğinin açığa çıkacağı ve hesabının sorulacağı o günü iple çekiyorum. 

Anısına saygıyla!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Neşet Baba!

Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık!

HALKIN POLİSİ CEVAT YURDAKUL