Kayıtlar

Mart, 2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Birinci yılında belediyeler

29 Mart 2009 yerel seçimlerinin üzerinden bir yıl geçti; bir yıldır kentlerimizi ya yeni başkanlar ya da halktan yeniden onay alan eski başkanlar yönetiyor. Başta İstanbul olmak üzere, Türk belediyeciliğinin tarihi epey eskilere gidiyor ama demokrasi kültürünün en az yerleştiği kurumsal yapıların başında belediyeler geliyor. Bu nedenle olsa gerek, son seçimlerde bütün tarafların demokrasi ve katılıma özenle vurgu yapmışlar; haksız ranta karşı şeffaf yönetim vaat etmişlerdi. İşin ilginç yanı her yeni kavramı, eski simalarla yan yana kullanılırken görüyoruz. Eski simalardan biri de Aytaç Durak! Partiler değişti ama O hiç değişmeden çeyrek asırdır Adana’yı “yönetiyor”. ANAP ile başlayan “yönetme süreci”, DYP, AKP ve MHP ile bilinen noktaya gelmiş bulunuyor. Olup bitenler açığa çıkınca “dürüstlük timsali” Bahçeli, Durak’ın istifasını istedi; Başbakan Erdoğan da, Durak’ı niçin aday göstermediklerinin “böylece anlaşıldı”ğını söylerken övünür gibiydi. Mevcut partiler, işlerin sarpa sarması du

Yılmaz Güney'e kulak vermek

“Demokratik açılım” çerçevesinde sanatçılarla buluşan Başbakan Erdoğan, “Yılmaz Güney’in filmlerine kulak verseydik, bu ülke şimdi farklı bir yerdeydi” dedi. Bu, söz, devlet adına söylenmiş, bir çeşit, “iade-i itibar” anlamına gelse de, Yılmaz Güney’in böyle bir sorunu bulunmuyor. Elbette O’nun “uzak diyarlarda” yaşamını yitirmesine neden olan zihniyetin bir özür borcu olsa da, Başbakan’ın Yılmaz Güney ile birlikte kullandığı “kral çıplak” vurgusu irdelenmeyi hak ediyor. Başbakan’ın “kulak verelim” çağrısında bulunduğu Yılmaz Güney, haksızlığa karşı mücadelesiyle tanınıyor. Güney, bu duruşunu, “Ne güzeldir bilmediğin birinin/ derdine üzülmek ve çare aramak” dizelerinden de dile getiriyor. Güney, Başbakan’ın örnek verdiği Arkadaş filminde de, tıpkı, bugün AKP’lilere yöneltilen “sınıf atlama” eleştirilerinde olduğu gibi, insanca yaşam hakkını ihlal eden fırsat eşitsizliğinin yarattığı çelişkilere dikkat çekiyor. Başbakan’ın örnek verdiği “Umut” filmiyse neredeyse birebir aynı örneklerl

Masum insanlar yatıyor, Beyazıt Meydanı'nda!(*)

Bugün, 16 Mart katliamının 32. Yıldönümü. İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleştirilen katliam, adeta, “geliyorum” demişti. Önce bomba ihbarı dikkate alınmamış; sonra da, öğrenciler, hiç kullanılmayan kapıya yönlendirilmişti. O kapıdan öğrencilere bombalar ve kurşunlar yağdırılmış; yedi öğrenci yaşamını yitirmiş, onlarcası da yaralanmıştı. İşte bu olaya ilişkin istenmeye istenmeye açılan dava, geçtiğimiz günlerde delil yetersizliğiyle tarihin tozlu sayfalarının arasına itilmiş itilmişti. Darbe karşıtlığı diskurunun geçer akçe kabul edildiği günümüz Türkiye’sinde, 12 Eylül darbesine zemin hazırlayan karanlık olaylara ilişkin süreçler, 16 Mart katliamı örneğinde olduğu gibi, özenle kapatılıyor. Katili salıverilen İpekçi’nin ölüm yıldönümünde, yakınları faili meçhule kurban giden ailelerin, “katliamlar açığa çıkartılsın” çağrısı bile boşlukta yankılanmayı sürdürüyor. Alevi köylerine yardımın bile “terör örgütü” suçu kabul edildiği Türkiye’de, 16 Mart’a ilişkin bir “lal olma hali” yaşanıyor

Elazığ Depremi bize ne anlatıyor?

Bir kez daha kızgınlığını gösteren doğa, bu kez Elazığ’da karşımıza çıktı. Bir kez daha, deprem denen illet, yüreğimizin en hassas noktasına dokundu. Deprem, bir kez daha, uykunun en derin noktasındaki onlarca masumu, katran karası karanlıktan ölüme götürdü. Deprem öncesi yıldızlar daha parlak görünür; daha bir dikkatini çekermiş izleyenin. Gecenin en zifiri, ayazın buz kestiği noktada yıldızların parlaklığını hisseden olmuş mudur, Elazığ’ın kuş uçmaz kervan geçmez köylerinde? Depremin şiddetiyle yataklarından fırlayan çocuklar, büyümüş yıldızların katran karası karanlıkla dansının korkusuyla annesine sokulabilme imkânını yakalamışlar mıdır? Kim bilir, dondurucu soğuğun etkisini azaltmak için birbirlerine sokularak girdikleri yataklarından ertesi güne dair hangi hayalleri vardı? Kim bilir, belki de, sabah onlar için zaten zor olacaktı. Şair, belki de, “güneşi toplayacaklardı yaprak yansımalarından/gözlük camlarından biriktirip geceyi aydınlatmak için”… dizelerini onlar için yazmıştı.

Anayasa değişikliği ne getirecek?

Anayasa değişikliği ne getirecek? Yüksel Işık Genel Kurmay Başkanı ile paslaşarak, TSK içindeki muhaliflerini temizleyen AKP, şimdi de yargı erkinde kendisine engel olarak gördüğü kurumların konseptini değiştirmeyi hedefliyor. 19. AB Reform İzleme Komitesi toplantısı çıkışında konuşan Başbakan Erdoğan, anayasa değişikliği paketinde nelerin bulunabileceğine ilişkin verdiği ipuçlarına bakılırsa, Hükümetle karşı karşıya gelen her kurumun başına ne geliyorsa HSYK’yı da aynı akıbet bekliyor. Türkiye, otuz yıldır, ‘82 Anayasası gibi demokratik hak ve özgürlükleri sınırlamakla yükümlü bir anayasayla idare ediliyor. Darbe sonrası Hükümet olan ANAP’tan AKP’ye kadar Hükümet edenler, mevcut Anayasayı çeşitli kereler değişikliğe uğrattı. Ancak, ’82 Anayasası, özgürlüklerden korkan ve hakları kısıtlayan ruhunu korumayı sürdürüyor. AKP de, daha önce, çokça vurguladığı “özgürlük” kavramını, ilk değişiklikte, “başörtüsü” ile sınırlamıştı; şimdiyse kendi icraatlarını dizginsiz yürütebilmek amacıyla yar