12 Eylül kimin eseri?

Yirminci yüzyılın son çeyreğinin önemli şairlerinden olan Ahmet Telli, gördüğü işkenceleri anlattığı “Su Çürüdü” adlı şiirine, “Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim. /Yalnızca anahtar deliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri” dizeleriyle başlıyor. Şiir şöyle bitiyor: “Kutuda kalan son bir yudum su, /su bile değildi artık. /Küstü, öldürdü kendini su... /Su çürüdü...”.
Telli ile aynı avluya bakan yan yana iki koğuşta geçirdik, 12 Eylül’ün o karabasan günlerini. Yıllarını gencecik öğrencilere insani duyarlılığı öğretmekle geçiren Telli, o kadar işkence görmüştü ki, “Soyumun neye benzediğini unuttum. /'İnsana benziyorlardı' diye duymuştum bir vakitler. /Demek ki şimdi maymun halkasında insanlık...” şeklinde dizeleştirmişti yaşadıklarını. O şiirleştirdi yaşadıklarını, başkaları resmetti. Şarkılaştıranlar da oldu, romanlaştıran da. Filmini yapan da oldu, öyküsünü yazan da!... Ben ise hep inanılmaz buldum yaşadıklarımızı.

Kim inanabilir ki, ortalaması yirmili yaşlarda olan binlerce gencin, Mamak’takilerin sık sık sıra dayağından geçirildikten sonra 70 santimlik genişliklerde ‘tabutluklar’a konularak günlerce bekletildiğine? Yahut, Diyarbakır’dakilerin b.k çukuruna sokularak bekletildiğine bugün kim inanabilir ki? Kim inanabilir, Metris’te, Erzincan’da, Şirinyer’de ya da Adana’da uygulanan akla hayale gelmeyen işkencelere?

Kim inanabilir ki, “Türkiye’de işkence yapılıyor” söylemini ülkesi için ağır bularak, yurda dönen o naif insana, bütün tutukluların önünde bir manga askerin saatlerce dayak atabileceğine? Yahut annesiyle konuşmak için anasının dilini kullanmaya yeltenen tutukluya aylarca görüş yasağı verilmesine ve başkaları güya görüş yerindeyken, O’na görüş saatlerinde özel seanslarla işkence yapılabileceği ihtimaline? Ya da gözü yana kayan tutuklunun, konuşurken ses tonu düşük olanın, sesinin tonunda öfke saptananın kafese kapatılarak, yetkili birinin, diyelim ki, Mamak’ta Raci Tetik’in, ‘yeter’ dediği ana kadar, iki saatte bir değişen bir manga asker tarafından saatlerce dövüldüğüne kim inanabilir ki?

Bu ülke, bugün inanılması zor böylesine vahşi ve trajik bir tarihe tanıklık etti. Bu ülkede, suçun tutanaklara geçtiği tarihte henüz on sekiz yaşında olmayan Necdet Adalı, asıldığı tarihte henüz on sekizineine girmemiş Erdal Eren, suçlu olup olmadığı henüz anlaşılmayan Serdar Soyergin idam edildi. O tarihte, bugünlerde “teenage” denilen yaşta olan binlerce genç, bugün hala yaşıyorlarsa, tamamen tesadüfen yaşıyorlar ve kendileri dâhil kim onların, öylesine karanlık, öylesine gaddar, öylesine işkenceyi sıradanlaştıran bir süreçten geçip geldiğine inanabilir ki?

Dün, o inanılması güç süreçlerin yaşandığı, 12 Eylül darbesinin yıl dönümüydü. ABD’nin “bizim çocuklar” diye adlandırdığı generallerin gerçekleştirdiği darbe nedeniyle bir büyük cezaevine dönüştürülen, onlarca idamın, yüzlerce yargısız infazın, binlerce haksız tutuklamanın, on binlerce gerekçesiz gözaltına alınmanın yıl dönümü. Kurşunun adres sormadığı bir ortamdan faili belli ölümlerin yaşandığı bir ortama geçişin günü olarak tarihe geçen 12 Eylül darbesi,  bugün anlatıldığında gerçeküstü olduğu izlenimi uyandıran uygulamaları nedeniyle hala aydınlatılmayı bekliyor.

Geçen yıl aynı tarihte gerçekleştirilen “anayasa referandumu”na ‘evet’ denilmesini isteyenlerin de, ‘hayır’ verilmesini savunanların da temel gerekçelerinin odağında 12 Eylül darbesi vardı. Her iki taraf da, 12 Eylül darbesinin kötülükleri üzerinden ‘evet’ ya da ‘hayır’ denilsin istiyordu. Durumdan da anlaşılacağı gibi 12 Eylül darbesi, bütün bir ülkeyi cezaevine çevirmiş, toplumun tümünü gözaltına almış, köylerin, mahallelerin ve hatta koca koca kasabaların her gün abluka altına alındığı kara bir politik atmosfer yaratmışası kadar, böylesine sistemli ve kapsamlı bir operasyonun kimler tarafından nasıl planlandığının da açığa çıkarılması açısından da büyük önem taşıyor.

Yaşadığı işkence süreçlerini şiirleştiren Nevzat Çelik’in, Ölümü özledim anne /Yaşamak isterken delicesine” dizelerinde yaşanan o gerçeküstü dönemin kim tarafından planlanıp, bu ülkenin geleceğinin kim tarafından ipotek altına alındığını bilmek hakkımızdır. Yaşadığımız halde yaşadığımıza kendimizi dahi inandıramadığımız o kâbus gibi günleri bize kimlerin reva gördüğünü bilmemiz, bu ülkenin geleceğinin kimler tarafından belirleneceğinin de işareti olacaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Neşet Baba!

Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık!

HALKIN POLİSİ CEVAT YURDAKUL