27 Mayıs'tan 49 yıl sonra(*)

49 yıl önce 27 Mayıs günü, Türkiye, Cumhuriyet tarihinin ilk askeri darbesiyle karşılaşmıştı. Ülkenin kargaşa ortamından geçtiği koşullarda gerçekleşen 27 Mayıs, milliyetçi-muhafazakarların öfkesini toplamış; darbe değilse de, sonrasında oluşturulan görece özgürlükçü Anayasa, solcuların sempatisini kazanmıştı. Öyle ki, DP’nin mirasına konan Demirel’e, “bu Anayasa bize bol” dedirtecek kadar sağın tepkisini çekmişti. “İyi darbe”, “kötü darbe” tartışması da kaynağını 27 Mayıs’dan almıştı. Zira 27 Mayıs’a şiddetle karşı çıkan sağ-muhafazakar güçlerin hem 12 Mart’ı hem de 12 Eylül’ü var güçleriyle desteklediklerini biliyoruz.

27 Mayıs öncesi Türkiyesi’nin tartışmalarıyla günümüzde sürdürülen demokrasi tartışmaları arasında büyük benzerlik olması, 27 Mayıs’ı enine boyuna incelememizi gerekli kılıyor. Hükümette olan DP’nin on yıl boyunca sergilediği demokrasi anlayışı, çoğunluğun mutlak iktidarı demekti. DP, 1950’de, %52 oy almış; 1954’de oylarını % 57.6’ya çıkartmıştı. Bu oy oranıyla neredeyse bütün milletvekillerini almıştı. Ana muhalefet CHP ise aldığı yüzde 35 oy oranına rağmen yalnızca 31 milletvekili çıkartabilmişti. Farklı eğilimlerin parlamentyoya yansıması güçleri oranında değildi. Çoğunluk DP’deydi; DP, elindeki çoğunlukla muhalefeti her türlü yöntemi kullanarak susturmak amacındaydı: Ancak, DP bile kendi meşruiyetinden kuşku duyuyor olacak ki “vatan cephesi” adı altında kendisine toplumsal destek sağlama uğraşına girmişti.

DP’nin demokrasisi, kendisine karşı olanı yok etmek üzerine kurulmuştu. Malatya’nın bölünmesi, Kırşehir’in ilçe statüsüne dönüştürülmesi, bu anlayışın çarpıcı iki dışavurumuna örnekti. Bu sürecin yarattığı memnuniyetsizlik 1957 seçimlerinde sandığa da yansıdı. DP, bu seçimlerde %47.9 oy oranına geriledi; ancak parlamentonun dörtte üçü gene de DPde idi.

Alınan oyun katbe kat üstünde parlamentoda temsil, muhalif güçlerin kendisini ifade edebileceği zeminlerin ortadan kaldırılması, eleştirilere karşı tahammülsüzlük, basını susturma, ele geçirme ve “iliştirme” operasyonları... Oy oranlarındaki artış ve düşüşler de dahil, DP’nin serüveniyle bugünkü Hükümetin serüveni arasındaki paralellik dikkat çekici. Tek ve en önemli farklılık, bugün artık, seçimle gelenin seçimle gitmesine ilişkin bir toplumsal bilinç oluştuğu gözüküyor.

Bu bilincin ışığında denilebilir ki, 27 Mayıs darbesi olmasaydı, CHP, ilk genel seçimde iktidar olacak çoğunluğa ulaşabilecekti. Zira DP, büyük bir halk desteğiyle elde ettiği iktidarını korumak için her yola başvuran bir ruh haline bürünmüştü. 1950’de CHP’nin Hükümet’ten düşmesini bir bayram havasıyla karşılayan halkın 1960’a gelindiğinde aynı havada olmaması yeterince öğretici. Başgil’e bakarsanız, “bu halka güvenilmez”; zaten “DP’nin de en büyük hatası halka güvenmesi” olmuştu! Başgil’in yanılgısı, iktidarı ebed-müddet zannetmesi! Oysa halk, hoşgörü ve tahammülü barındıran demokrasi kültürü içinde bir Hükümet için DP’ye oy vermişti. Halktan aldığı destekle diktatoryal bir Hükümet kuran DP’den halkın desteğini çekmesini anlamamak, demokrasi kültürüyle bağdaşmaz.

Öte yandan 1957’den sonra halkta teveccüh gören CHP’nin söylemlerinin 27 Mayıs sonrasında önemli ölçüde anayasal düzene yansıdığı kuşku götürmez. Bu paralellikten hareketle darbeyi CHP’nin organize ettiği sonucunu çıkarmak, olsa olsa kolaycılıktır. Oy oranlarındaki eğri dikkatle incelenirse iktidarın kapısına dayanmış bir CHP’nin darbeyi desteklemesi olsa olsa intihar olabilir.

27 Mayıs’ın tartışılacak bir diğer tarafı da darbe ve idam tartışmalarına ilişkindir. 12 Mart’ı rövanş, 12 Eylül’ü ise pekiştirilmiş galibiyet olarak gören sağ-muhafazakar çevrelerin darbe karşıtı söylemleri 28 Şubat sonrasına rastlar. Demokratlık, tutarlılık ister. “Bana dokunmayan yılan” hesabı, bazılarına karşı sessiz kalanlara hatırlatmak gerekir ki, hiçbir darbenin desteklenir tarafı yoktur. Tıpkı, hiçbir suçun karşılığının idam olmaması gerektiği gibi!... 27 Mayıs sonrasında idam cezası kaldırılan Celal Bayar’ın yaşaması nasıl ülkeyi felakete götürmemişse Adnan Menderes’in idamı da ülkeyi selamete erdirmemiştir. Tıpkı Denizlerin idam edilmesiyle ülkenin esenliğinin birbirine bağlanmasındaki gerçek dışı ideolojik hegemonyanın sonuç vermediği gibi.

Bugünden geriye bakıldığında, üç gerçek darbe, biri postmodern, diğeri sanal olmak üzere iki de girişimini yaşayan; Mendereslerle başlayıp Denizlerle rövanşist bir hal alan ve 12 Eylül ile birlikte sayısını unuttuğumuz idamlarla acılı çizgilere garkolan bu ülkenin çıkarının demokraside olduğu artık anlaşılmalıdır. Demokrasi, DP örneğinde olduğu gibi, çoğunluğun azınlık üzerinde mutlak bir hükümranlık kurması anlamına gelmez. Keza bugünkü Hükümet edenlerin çok sevdiği ifadeyle belirtmek gerekirse demokrasilerde az olanın çok olana “ram” olması asla kabul edilemez.

Acılı yakın tarihimiz bize öğretmiştir ki, çoğulcu bir demokratik yapılanma kurmak, Türkiye’nin çıkarınadır. Demokrasi, az olanın kendisini güvencede hissetmesi; inanç ve düşünce özgürlüğünün önündeki bütün engellerin kaldırılması; basının iktidar baskısı altında tutulmaktan kurtarılması anlamına gelir.

27 Mayıs’tan çıkartmamız gereken en önemli ders, hiçbir çoğunluk, kadiri mutlak değildir. Farklılıklarımız zenginliğimizdir. Marifet, muhaliflerimizi yok etmek, susturmak, değil; onların kendilerini güvencede hissetmelerini sağlamaktır.

49 yıl sonrasından bakıldığında, 27 Mayıs’ın hatırlattıkları bunlardan ibarettir!

isikyukselk@gmail.com

(*) Bu yazı, Haberturk Gazetesi’nin 27 Mayıs 2009 günlü Editoryal Sayfasında aynı başlıkla yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Neşet Baba!

Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık!

HALKIN POLİSİ CEVAT YURDAKUL