Çizmeden yukarı, Belden aşağı!

Demokratik bir Anayasa tartışmalarının toz duman yürütüldüğü bu günlerde, 12 Eylül dönemini sormayı anlamlı bulmuyorum. Yaşananları unutalım; bak, gencecik fidanların idam sephasında boğulmasını sonuna kadar izledikten sonra, “asılırlarken bile propaganda yaptılar” diye suçladığı Deniz’lerin kalem kırıcısı Ali Elverdi’nin, hiçbir dış müdahale olmadan boğularak ölmesi, “takdir-i ilahi” demek de gelmiyor içimden. Elbette, elimizi çabuk tutmazsak, bir dönemin aydınlanması için çok fazla bilgiye sahip olan Kenan Evren’i de doğal yollardan kaybetme ihtimali beni rahatsız ediyor ama gene de bir insana belden aşağı vurulmasını içime sindiremiyorum.
Hayır, hayır! Bunları, Doğu Beyazıt’ta Kürtçe şarkı söylediği için hakkında tutuklama kararı çıkartılan Rojin’i; Kürt olduğunu söylediği için çok sevdiği ülkesinden palas pandıras gitmek zorunda kaldığı Fransa’da gözleri açık giden Ahmet Kaya’yı; holdinglerin isteklerine direndiği için birden bire gözden düşen dönemin Bakanı Şükrü Sina Gürel’i hatırlatmak için söylemiyorum.
Yakın tarihimizdeki günahlarımızdan seçilmiş bu birkaç örnekten Rojin’i sonradan dönüp yere göğe sığdıramaz; Ahmet Kaya’yı ilah ilan eder; Gürel’i önemser tutumlar takınıyor olmamız, “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” çelişkisini hatırlatmaktan çok yeni günahlara kapı açmak anlamına geldiği anlaşılıyor. Yeni günahların ilkini, Hükümet’in tepkisini çeken YARSAV’ın başkanlığına gelen Emine Ülker Tarhan’a karşı işlenirken, “büyük insanlık” bilindik sessizliğe gömülüyor. Tetikçiyi seyrediyorlar, ortak olduklarını bile bile!...
Şimdi de sıranın Osman Can’a geldiği anlaşılıyor. Can, entelektüellerin ilgi odağı haline gelen bir gazetenin hafta sonu ekinde yazarken, merak eden oldu mu bilmem; yazıları birden bire kesildi. AKP’nin kapatılmasına karşı rapor hazırladıktan sonra üniversitedeki görevine son verildi. Oysa aynı dönemlerde SDP’nin de, TSİP’in de kapatılmasına karşı raporları vardı. O’nun, herkesin dışladığını, herkese rağmen savunan; bir zamanlar dışlanmış olanın dışlama refleksine de prensip olarak karşı durmayı bilen biri olması muhtemelen rahatsızlık yaratıyor. İslamcı gazete ve dergilerde çarşaf çarşaf çıkan açıklamaları, bir tarafta ne kadar rahatsızlık yaratıyorsa suçsuzluğuna inandığım savcı İlhan Cihaner’i ziyaret etmesi de iktidar tarafından bir o kadar rahatsızlık yarattığı biliniyor.
Derken, biz Can’ı Demokrat Yargı Derneği eş başkan olarak görüyoruz; O da eşinin öğrenciyken başına gelenleri bir gazetede görüyor. Ahmet Altan, “Hürriyet gazetesi çok insanın canını yaktı, hayatını kararttı” diye yazmış; Osman Can’ın eşiyle ilgili haberi sürmanşete taşıdığı için. “O zamanlar basın tek sesliydi, kimse ‘bir başkasını’ korumak için kavgaya girmezdi” demeyi de ihmal etmemiş; geçmişe dair üstüne düşen özeleştirisini yaparken. Canı yananlardan biri olarak,
Can ile aynı ekte yazdığımız dönemde sanal alem üzerindeki tanışıklığımızı gerçek yaşama da taşımıştık. Farklılıklarımız büyük ama O, demokrasiyi ve özgürlükleri savunduğu için belden aşağı saldırılara maruz kalıyor. Hele hele eşiyle ilgili haberden sonra O’nu savunmak, kendimizi savunmak anlamına geliyor.
Ataol Behramoğlu’nun dizeleştirdiği gibi, “Öğrendim ki... /Ne kadar küçük dilimlersen dilimle /Her işin iki yüzü var”!.. Galiba bu dizelerde dile getirilen gerçeği, en iyi biçimde, rakibine atılan yumruğa tepki veren YARSAV Başkanı Tarhan anlamış bulunuyor. Tarhan, böylece kızını manşet yapanlara karşı sessiz kalanlara da gerekli ders vermiş oluyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Neşet Baba!

Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık!

HALKIN POLİSİ CEVAT YURDAKUL