Sizin çocuğunuz var mı?(*)


Ercan Mutlu, mektubunda, "Hücre burası... Her anı yalnızlık dolu... Her anı insanı deli edercesine yoğun, karmakarışık, bir türlü toparlayamadığın düşüncelerle dolu" diyor ve "kulakları sağır" koskoca bir topluma, "110 insan öldü...Neden diye soracak mısınız? diye soruyor. Hasan Pulur, 24 Mayıs tarihli köşesine F Tipi Cezaevi'nde kalan Ercan Mutlu'nun mektubunu koymuş. 19 Aralık'tan bugüne kadar aralıksız sürüp giden ölüm oruçlarının sonucunda ölen 110 kişiyi ve bu sürece sessiz sedasız göz yumanları yalın bir dille anlatan o mektubu okuduğunuzda aklınıza çocuğunuz geliyor. Sizin çocuğunuz var mı? Çocuğu olan bilir; anne rahmine henüz düşmüş çocuğunuzla birlikte yaşamaya alışırsınız. "Su gibi akıp geçer zaman", çünkü,
"beklemeye değecek olan gelecek". O an insanın ruhunun derinliklerinde bulunan hoşgörü açığa çıkıp gelir ve daha önce asla vazgeçemeyeceğinizi düşündüğünüz bencilliğinize çekip gitmek kalır. Siz artık, rahminizde kımıldayan bir başka şahsiyetle birlikte yaşıyorsunuzdur.
Çocuğu olan bilir; o henüz bebekken, en çok gece yarısı uyanıp ağlamaya başlar. Gece yarısı uykudan uyanıp, örneğin açsa karnını doyurmak, pisse altını değiştirmek ne kadar da zordur. Ne tuhaf değil mi, dünya yıkılsa taviz vermediğiniz uyuma hakkınız, artık sizi "yıkıp geçmez"; çünkü,
"kısacık kestirmelerin ardından" dokunduğunuz çocuğunuzun pamuksu tenidir.
Çocuğu olan bilir; ilk yürüyüş, hiç unutulmaz. "Bak, dersiniz, bak, yürüdü" büyük bir heyecanla yanınızdakine ve sonra son hızla koşar, iki elinizle onu havalara uçurursunuz, bir dönemi birlikte başarıyla aşmışsınızdır çünkü. Düşüp bir yerini kanattığını, canının acıdığını gördüğünüzde, siz de kanarsınız onunla birlikte; boynunu bükmüş papatyalara dönersiniz. "Ah dersiniz, ah sersem kafam, nasıl da yalnız bıraktım; bak işte." İlkokul, ilk ayrılık, askere gidiş hiç unutulmaz. Çocuğunuz yoksa anlatması zordur; yürümeye henüz başlamışken, yol yolak bilmeyişini. Örneğin siz farkında değilken merdiven kenarına gelmişse eğer ve o an farketmişseniz, yüreğiniz ağzınıza geldiğini ve ölecek gibi olduğunuzu. Sıkıca bastırıp yavrunuzu, "göğsünüzde uyuturken"; tıpkı "bir denizin kollarında sallanışı" gibi oluşunu. Çocuğunuz yoksa anlatması zordur; karşınıza çıkan ilk ırmakta keyifle yüzmek için suya atlayışınızı, yüzmeyi henüz öğrenmemiş çocuğunuzun kendini suya bırakırken boğulma tehlikesi geçirmesini, onu kurtarmak için gösterdiğiniz çabanın bazen umutsuzluğun kapısını araladığını, sanki, "karartılmış mevsimler yaşamak" vaktine erişmişsiniz de, yıldızınız kaymış gibi olduğunuzu; eğer onu kurtaramazsanız, sizin de yaşamaya hakkınız olmadığını.
Evet, yaşama hakkından bahsediyorum! Bin bir emekle büyüttüğünüz çocuklarınızın ilk yürüyüş sırasında sendeleyip düşmesinden, tırnaklarının kırılmasından, zayıf karne getirdiğinde yüzünüze bakmaya utanmasından değil, yaşama hakkından bahsediyorum.
Yaşama hakkından bahsediyorum; "yüreğinden başka taşıyacak yükü" olmayanların anlayabileceği bir şeyden bahsediyorum. Gece yarısı uyanıp,
"bir aşağı bir yukarı dolaşmaktan, şiirler okumaktan, şiirlerdeki yaşa gelmekten, karanfil sakızı kokan soluklardan" bahsediyorum. "Çiçeklerin suyunu değiştirmekten, başını alıp giden buluttan, nefes nefese kalmaktan", yani yaşama hakkından bahsediyorum. "Islak bir öpücükten, sigarayı yudum yudum paylaşmaktan, bahar güneşinden, düşlere yağan kardan" yani yaşama hakkından bahsediyorum.
Ercan Mutlu, mektubunda, "Hücre burası... Her anı yalnızlık dolu... Her anı insanı deli edercesine yoğun, karmakarışık, bir türlü toparlayamadığın düşüncelerle dolu" diyor ve "kulakları sağır" koskoca bir topluma, "110 insan öldü... Neden diye soracak mısınız?" diye soruyor. Bu soru, benim aklıma göz göre göre ölüme gönderilmelerine karşı canlarını ortaya koymakta ısrarlı olan insanlarını çığlıklarını ve 1256 gündür ölüme yatmakta bir an tereddüt etmeyen çocuklarını kurtarmak için ellerindeki tek varlıkları olan canlarını vermeye hazır anne babaları getiriyor. Pulur'un köşesine kadar gelen bu çığlık, nasıl olur da siyasal iktidarın aklına gelmez?
Nasıl yapmalı ki üç buçuk yılı geride bırakmak üzere olan ölüm orucu eylemlerinde ölen 110 insanın ölümlerinin, onlar gibi düşünelim, düşünmeyelim, hepimizden de bir parçayı beraber götürdüğünü anlatabilelim? Yaklaşık üç buçuk yıldır insan hakları örgütleri, aydınlar, ölüme gidenlerin yakınları, sesi çıkan, kalbi hareket eden herkes, "duvardan düşen taşın, ağaçtan kopan yaprağın" haberini vermek için hançerelerini yırttığını, yırtılan bu hançerelerin ezelden ebede "yarınlarımızın yağmalandığını" ve "susmanın günah olduğunu" işaret etmek için doğanın bir lütfu olduğunu anlatabilmek için ne yapalım?
Nasıl yapmalı ki, ölüme yatan bedenlerle bu bedenlerin ölüme gidişine göz yumanların eşit koşullarla taraf olmadıklarını; taraflardan birinin diğerinin ölüme sürüklenmesine göz yummak değil, yaşaması için gerekli ortamları sağlamakla görevli olduğunu anlatabilelim? Henüz yeterince tartışılmamış F tipi cezaevini bir inat uğruna ve yüzlerce yaşam pahasına kabul ettirmenin anlamsızlığını ve "değerini bulsun diye bin renkli mozaik/geleceği kurtarmalı geçmişi yargılayan"ın görkemli sonu tercih edişini resmetmek için ne yapmalı?
Nasıl yapmalı ki, çetelerin, banka hortumcularının, rüşvetçilerin elini kolunu sallayarak dolaştığı cezaevlerinde, iktidarın siyasal suçlulara karşı takındığı kan davası gütme tutumundan vazgeçmesi gerektiğini ve her dilde ölümün kokusunun soğuk olduğunu anlatabilelim? "Daldan yaprak düşer gibi gözlerimizin içine baka baka düşen" insanlarımızın hayatlarına kıyan "hayata dönüş operasyonu" adı altında gerçekleştirilen vahşetlerin, bizi, "yaklaştığımız insanlığımızdan uzaklaştıran" korku dehlizleri olduğunu anlatmak için ne yapmalı? Şair derki, "Her yere yetişilir/ Hiçbir şeye geç kalınmaz ama..." Öyleyse bir tek insan yaşamı için bile yüzlerce F Tipi Cezaevini feda etmek için ne bekliyoruz?
(*)Bu yazı, bundan tam altı yıl önce 30.05.2004 tarihinde Radikal İki'de yayınlandı. Tarihe düşülen notu, anmak, yaşananların unutulmasını önler.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Neşet Baba!

Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık!

HALKIN POLİSİ CEVAT YURDAKUL