27 Mayıs kimin eseri?(*)

Cumhuriyet tarihinin ilk askeri müdahalesi olması nedeniyle bütün “kötülüklerin anası” olarak suçlanan 27 Mayıs darbesi 51 yılını geride bırakmış bulunuyor. Ali Fuat Başgil’in, “memleketi elli yıl geriye götürdü” dediği 27 Mayıs sonrasında oluşan Anayasanın niteliği, milliyetçi- mufazakar, sağcı politik güçler tarafından hep eleştiri konusu olmuş; sağladığı görece özgürlükçü ortam nedeniyle de sol politik güçler tarafından da sempatiyle karşılanmıştı. Bu da solcuların 27 Mayıs darbesini savundukları gibi bir yanılgının da üretilmesine neden olmuştu.
51 yıl sonrasında bakıldığında da, demokrasi tartışmalarının hala bu minvalde sürdüğü görülüyor. Hala seçmen çoğunluğunun desteğini alanlar, diğerlerinin kendilerine “ram” olması gerektiğini söyleyebiliyor; hala, karşısındakinin varlığına tahammül edemediği defalarca kanıtlanmış bu güçlerin belirlediği bir politik ortamı solumayı sürdürüyoruz.
Genç subayların iktidar hevesi mi?
27 Mayıs’ı anlamak, bugünü anlamak ve geleceği kazanmak anlamına da geliyor. 27 Mayıs’ı yaratan koşulları, darbenin gerçekleştiği andan ayırmak, tarihi yanlış anlamamıza yol açabilir. Öncelikle, 27 Mayıs’ın, “37 adet darbesever genç subayın iktidar hevesi”nin sonucu yapılmadığı; demokrasiyi çoğunluğun mutlak iktidarı olarak algılayan Hükümet’in de süreci tetiklediğini; hatta ünlü sözdür, Menderes’in, kendisine destek veren çoğunluğa, “siz isterseniz Hilafeti bile geri getirebilirsiniz” dediği biliniyor. Toplumsal eğilimlerin parlamentoya hakkaniyetle yansımamış olması nedeniyle meşruiyet problemi yaşayan DP Hükümeti’nin “vatan cephesi” adı altında kendisine toplumsal destek verecek örgütlenmeler yaptığı da biliniyor.1950’de, %52 ile iktidara taşınan DP’nin, 1954’de oylarını % 57.6’ya çıkartarak parlamentonunun neredeyse tamamını oluşturmasına; CHP’nin ise aldığı yüzde 35 oy oranına rağmen yalnızca 31 vekil çıkarmasına “halk iradesinin tecellisi” demek nasıl bir “demokrasi”ye işaret ediyorsa, bugün yüzde 10 barajı nedeniyle parlamento dışı kalması da aynı tarz bir “demokrasi”ye işaret ediyor.
Ali Fuat Başgil, 27 Mayıs sonrasında yaptığı değerlendirmede, DP Hükümeti’nin en önemli hatasının halka güvenmek olduğuna işaret etmişti. Diğer sorumluluklarıysa muhalefet, basın ve aydınlar arasında pay ediyor. Bu kavramlar size de tanıdık gelmiyor mu? Hükümet olmazdan önce katıksız bir basın ve düşünce özgürlüğü savunucusu olan Menderes’in, daha 1954’de, “basın özgürlüğünü savunduğum için şimdi çok pişmanım” demiş olması, ne anlama geliyor? Ancak, DP Hükümeti’nin, iktidara yerleştikçe demokrasi ve özgürlükten vazgeçip, kendi meşruiyetini sağlamlaştıracak “vatan cephesi” gibi girişimler için mesai harcaması, iktidarı elinde tutmak isteyenlerle her hal ve şartta o iktidarı ele geçirmek isteyenlerin kavgasına dönüştüğünü kanıtlıyor
Ceberrut güçlerin iktidardan uzaklaştırılması gerektiği tartışma götürmez. Ancak, bir ceberrut gücü, iktidardan edecek gücün kendisinin ceberrutlaşma eğilimi içine girmesi de insanı ürkütüyor. 1957 seçimi ve sonrası döneme bir göz atıldığında, yedi yıldır Hükümet eden DP’nin, her hal ve şartta iktidarı elde tutmak istediği; bunun için de her türlü anti demokratik yol ve yöntemi denediği görülüyor. Yüzbaşı ve albaylardan müteşekkil darbecilerin devreye girmesi de bu noktadan itibaren gerçekleşiyor.
Prensipler herkese lazım
27 Mayıs öncesi sürece bakıldığında, demokrasi kültürünün dışlanmışlığının darbecilerin zeminini meşrulaştırdığı görülüyor. Oysa hiçbir darbenin desteklenir tarafı yoktur. 27 Mayıs sonrası yapılan anayasanın görece özgürlük ortamı sağladığı; bu ortamın başta Demirel olmak üzere, ülkenin sağcı – muhafazakar kesimlerini rahatsız ettiği doğrudur; ancak, bu doğru, kimseyi darbeyi ve dolayısıyla da darbeciliği, “iyi ve kötü” olarak sınıflandırma saflığına götürmemelidir. Muhtemelen sağcı güçler de, ortaya çıkan 61 Anayasası’nın sonucundan hareket ederek, solculara darbe savunuculuğu atfında bulunuyorlar. Oysa solculukları kendinden menkul kimi “ulusalcı” güçler hariç tutulursa, bu ülkenin solcularının hiçbir darbeyi, hiçbir koşulda savunmadıkları biliniyor.
Bugün, bütün bir toplum, darbeciliğin kötü olduğu sonucuna ulaşmış bulunuyor. Hiç kuşkusuz, bu bilincin açığa çıkmasının altında 12 Eylül darbesinin pervasızlığı yatıyor. Ancak hala az olanın çok olan karşısında boyun eğmesini öngören diktatoryal bir düşünce sistematiği kabul görüyor. Yeni darbelerin olmaması, biraz da, demokrasi kültürünü içselleştirmemize bağlı görünüyor. Demokrasi kültürü de, yüzde 10 barajlarının olmaması, herkesin dilini, kültürünü, inancını olduğu gibi yaşamasının güvence altına alınmasını gerektiriyor.

(*) Bu yazı, 28 Mayıs 2011 tarihli Habertürk Gazetesi’nde de yayınlanmıştır.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Neşet Baba!

Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık!

HALKIN POLİSİ CEVAT YURDAKUL