Evrensel Laiklik için Hayır!

Bugün 5 Şubat!
Laikliğin Anayasaya girdiği gün. 
Demokratik bir toplumun olmazsa olmalarının başında gelen düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğünün olmazsa olmazlarının başında gelen laiklik, dini alan ile din dışı alanın, hiçbir baskıya maruz kalmadan, kendisini var etmesinin zemini olarak kabul edilmektedir.
Esas olarak bu anlamıyla laiklik, demokratik toplumun vazgeçilmez ilkelerindendir. Mevcut iktidarın bütün dezenformatik yönlendirmesine rağmen laiklik, farklı inançların ve dolayısıyla inançsızlıkların kendilerini güvencede hissedebilecekleri bir özgürlükler alanıdır.
Zamana yayarak yaptığı yasal düzenlemelerle laikliği prensip olarak benimseyen Türkiye, bir çok alanda olduğu gibi, dine yaklaşımı itibariyle Osmanlı’nın devamıdır. Osmanlı’da devletin resmi dininin İslamdı. Türkiye Cumhuriyeti ise resmi olmasa da, Osmanlı’nın mirasına büyük ölçüde sahip çıkan bir hat izlemiştir. 
5 şubat 1937 ile ilgili görsel sonucu
5 ŞUBAT 1937!
Türkiye’nin laiklik serüveninde bir dönüm noktasını oluşturan 5 Şubat’ı böyle okumak gerekir.
5 Şubat 1937’den beri bir Anayasa maddesi haline gelen laiklik,  bütün kurallarıyla uygulanma olanağı bulabilse aynı zamanda devletin inançlar karşısında tarafsızlığı anlamına gelmektedir. 
Ancak Türkiye'deki sosyal yaşam ve eğitim-öğretime bakıldığında, laikliğin seyir defterinde bir tuhaflık olduğu muhakkaktır.
Kimliklerdeki din hanesine ilişkin Sinan Işık’ın açtığı ve Şubat 2010’da sonuçlanan davada karar veren AİHM’in kararını hatırlayalım. 
Özgürlükçü laikliğin ve inanç özgürlüğünün çerçevesini çizen AİHM, o kararında, “Demokratik bir toplumda devlet çoğulculuğun garantörüdür. Bu, dinsel çoğulculuğu da kapsar. Devletin bu görevini yerine getirebilmesi için tarafsız olması gerekir. Mahkemenin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görüşüne dayanarak, başvurucunun inancıyla ilgili bir değerlendirme yapması, devletin dinsel inançlar karşısında tarafsızlığıyla bağdaşmaz” tarifini yapmıştır.
Bu tanım, evrensel ilkeler açısından yol gösterici bir nitelik taşımaktadır.
Kimliklerde din hanesinin kaldırılmasına ilişkin söz konusu AİHM kararından bu yana Türkiye’de köprülerin altında çok su aktığını hepimiz biliyoruz. 
Laikliği Anayasa maddesi haline getirmesine rağmen başlangıçta daha belirsiz ama giderek daha belirgin bir biçimde çoğunluğun inancını devlet dini haline getiren Türkiye’de laikliğe aykırı pek çok uygulama bulunduğunu da biliyoruz. Uzun yıllardır din dersinin zorunlu olmasına karşı yürütülen mücadele karşısında “kulakları sağır” hale gelenlerin ülkesinde, bugün, zorunlu din derslerinin yanına seçmeli dini dersler eklenmesi de laikliğin sözde uygulanır olduğuna işaret etmektedir.
5 şubat 1937 ile ilgili görsel sonucu
AZINLIKLAR NEREDE?
Laiklik hala bir anayasa maddesi ama devlet, inançlardan yalnızca Sünni Müslümanlığı, ibadethanelerden yalnızca camii ve mescidi dikkate almakla yetinmektedir.
Ne demek istediğimi anlamak için Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki azınlık nüfusunun genel nüfusa oranıyla bugün sayılarına bakmak yeterlidir. Çünkü Türk tipi diye adlandırabileceğimiz laiklik, devleti, tarafsızlaştırmaya dair hiçbir adım atma ihtiyacı duymamış; tam tersine uygulamalarıyla bu ülkeyi diğer inançlar için yaşanmaz hale getirmiştir.
Halifeliği ortadan kaldırıp, Şer’iyye ve Evkaf Bakanlığı’nı Diyanet İşleri Başkanlığı’na dönüştürerek, Osmanlı ile kendi arasına mesafe koyan devlet, fiilen Sünni İslam inancını devletin dinine dönüştürmekten geri durmamıştır.
ALEVİLİĞİN HALİ PÜR MELALİ!
Ne demek istediğimi anlamak istiyorsanız, Aleviliğin hali pür melaline bakarak anlayabilirsiniz.
Öncesi de problemli ama 1945'den sonrası, devletin Sünni Müslümanlığı yaygınlaştırmak için nasıl bir çaba gösterdiği ortadadır.
Bütün bu tarihi süreçte Aleviliğe dair inanç ve ritüeller yok sayılmış; yalnızca ve sadece Sünni Müslümanlığın önü açılmıştır.
AKP’nin Aleviliğe ilişkin tutumu ise inanç özgürlüğünü tümüyle rafa kaldırmasından ibarettir. Başlangıçta Alevi “iftarı”, Alevi Çalıştayları düzenlemekle birlikte Aleviliğin en temel taleplerine karşı kulaklarını kapayan AKP’nin Sünni İslam çoğunluğunun memnun etmek için her türlü devlet olanağını harekete geçirmiş; Ortadoğu'daki El Bab Bataklığında "şehit" düşen Alevi çocuklarının inançlarına uygun gömülmesine bile izin vermediğini yaşayarak görüyoruz.
DEVLETİN İBADETHANELERE KARIŞMASI
AKP iktidarının başlangıç yıllarında başvurduğu propagandif yöntemler nedeniyle Alevilerin Cemevi için yer talep etmeleri, çeşitli bahanelerle reddedilmiş; ısrarcı olup konuyu yargıya taşıyan Alevi kurumlarının karşısına Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan alınan, “Cemevleri ibadet yeri değildir” görüşü çıkartılmıştır. 
Devletin cami, Cemevi gibi ibadet yerlerine bile karışması, laikliğin anlamına aykırıdır. Bununla birlikte Cemevi taleplerinin Sünni Müslümanlığa göre örgütlenmiş Diyanet İşleri Başkanlığına soran ve din denince Sünni inancını dikkate alan devlet yapılanmasının direncini kırmak için konu sıkça AİHM'e taşınmışsa da sonuç alınamamıştır.
inanç özgürlüğü ile ilgili görsel sonucu
İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ MANİFESTOSU
Ancak asıl mesele, devletin nasıl kurgulanacağında düğümlenmektedir. Devletin din alanını özgürlükçü bir çerçeveye kavuşturması gerekmektedir ve iktidarı talep eden her politik hareket, hiçbir ayrım gözetmeden bütün din ve inançlara ve elbette inançsızlara kadar herkesin inancını güvence altına alabilecek ve herkese güvence verebilecek bir inanç özgürlüğü manifestosu açıklamak ile mükelleftir.
Kabul etmek gerekir ki hak ve özgürlükleri, kimliklerden bağımsız olarak ele alıp, evrensel ölçekte uygulanmasını sağlamamız gerekiyor. Evrensel laikliği ilke edinmiş bir devletin görevi, bütün din ve inançlara eşit mesafede durarak ve bütün inançların ve elbette inançsızlıkların kendisini yaşatmasını güvence altına alan bir düzen kurmaktır.
Devlet, bir dine, diğer din ve inançlara oranla daha fazla öncelik veremez. Devlet açısından her din eşit olmalıdır ve bu eşitler kendi farklılıklarını özgür bir biçimde yerine getirebilmelidirler. Laiklik hem dini hem de din dışına ait alanın kendisini var etmesinin zeminidir. Böyle bir sistem, Türkiye’nin özgürlükçü ve demokratik bir ülke olmasını gerektirir.
İşte o zaman Sünniler de, Aleviler de, talepleri inançlarının gereğini yerine getirmek için devletin hiçbir engellemesiyle karşılaşmayacak ve inançlı – inançsız herkes kendisini özgürce ifade edebilecektir.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı'dan devraldığı kurumların isimlerini değiştirip içeriklerine dair küçük müdahalelerde bulunmuş ise de 1945'den sonra "oy kaygısı" nedeniyle Sünni Müslümanlığı öne çıkartan, Aleviliği ve diğer din ve inançları ise yok saymaya meyilli bir politika gütmüştür. 
Bu çerçevede bakıldığında, toplumun nefes almasını sağlaması açısından 5 Şubat 1937'de atılan adım önemlidir. 5 Şubat 1937'de elde edilen kazanımları korumak için toplumu tek tipleştirmeye dönük düzenlemeler içeren Anayasa değişikliğine hayır demek fazlasıyla önem taşımaktadır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Neşet Baba!

Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık!

HALKIN POLİSİ CEVAT YURDAKUL