Elçiler Ayakta Ölür!
Kimsenin karşısında değil; kimseden de yana değildi.
Hakikati su yüzüne çıkarmaktı tek derdi!
Hakikat, Anadolu’nun kardeş kadim halklarının bin yıllardır
farklılıklarını koruyarak birlikte yaşama kültürüne sahip olduklarıydı.
Sonra ne olduysa oldu; birden bire “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman”lar türedi.
O türeyişin körüklediği ırkçılık, beraberinde karşıtını da
yarattı.
Değil mi ki her hareket karşıtını yaratır!
Karşıtın varlığı, ırkçılığı daha da öfkelendirdi.
Öfkenin insana yar olmadığını anlayacak ne havsalaları vardı ne
de mecalleri!
NEREDE BİTER MİLLİYETÇİLİK, IRKIÇILIK NEREDE BAŞLAR?
Fikrin yerini şiddetin alması işte böyle başladı.
Çoğunluğun ırkçılığı, karşıtlarını susturmak için her yola
başvurdu; “bok çukurları”na
batırmak, “düşman” kılığında köylere
girmek, göçe zorlamak vs…
Irkçılık ile milliyetçilik arasındaki fark, “kıldan ince kılıçtan keskindir”. Kendi
halkının kurtuluşu için mücadele eden yurtsever bir toplulukken, birden diğer
halkları düşman gören mikro milliyetçiliğe düşmek işten bile değildir.
Nitekim öyle de oldu!
Fikirlerin yerini “kurşunun
adres sormaz” bağnazlığı aldı.
Kitleleri ikna edemeyen “fikirler”in
sahipleri, silahların gölgesine sığınmışlardı.
Kırk yıldır ortalığın kan revan olması bundandır.
Tarih, ne zaman “akıl
tutulsa”, ne zaman normalin yerini “toplumsal
delirme hali” alsa, karşılarına “toplumun
vicdanları”nın çıktığını da yazar.
Bakın Cezayir’i elinden bırakmak istemeyen Fransa’ya, aralarında
Jean Paul Sartre’ın da bulunduğu 121 kişiyi “toplumun vicdanı” olarak karşı çıktıklarını görürsünüz.
Yurtseverliğin yerini ırkçılık, fikrin yerini şiddetin aldığı;
gücü yetenin kimsesizin sesini boğduğu bir ortamda elbette toplumun vicdanı
harekete geçirecek ve kendisine bir “barış
elçisi” bulacaktı.
Buldu da!
BARIŞA ELÇİ LAZIM!
Tahir Elçi, adıyla müsemma bir “barış elçisi” idi ama iki yıl önce vurdular O’nu!
Neden mi?
“Akıl tutulması”na
karşı insanlığın evrensel değerlerini sahiplendiği için…
Vurulmasından birkaç dakika önce söylediği şu sözlere bakın:
“Biz bu tarihi bölgede bir çok medeniyete beşiklik
etmiş ev sahipliği yapmış bu kadim bölgede insanlığın bu ortak mekanında silah,
çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar bu
alandan uzak olsun diyoruz.”
Vurulmadan önce “PKK, bir
terör örgütü değil, silaha başvuran siyasi bir harekettir” dediği için
tutuklanmıştı; tutukluluğuna itiraz edilip serbest bırakılmıştı.
Hiç durmamış; soluğu “dört
ayaklı minare”nin önünde almıştı.
“Silah, çatışma istemiyoruz” demiş ve “dört
ayaklı minarenin yaralı ayağı”na şu sözlerle tercüman olmuştu:
“Tarihi dört ayaklı minare insanlığa sesleniyor. ‘Beni ayağımdan
vurdular, ne savaşlar ne felaketler gördüm ama böyle ihanet görmedim’ diyor
bize.”
Vicdanlar körelmiş, akıl tutulmuştu bir kere!
Minarenin ayağını hedef alan kurşunlar, bu kez adreslerini Tahir
Elçi olarak belirlemişlerdi; oracıkta vurdular.
Oracıkta unuttu acısını “dört
ayaklı minare”; “ağzı var, dili yok
Diyarbekir kalesi”!
Oracıkta döküldü bir damla yaş, Nuh’un Gemisi’nin Efsane
Güvercininin gözünden; barışın alameti farikası zeytin dalı da oracıkta kırıldı
en ince yerinden…
Öldürüldükten sonra “keşke
tutuklu kalsaydı” demiştim.
ELÇİYE ZEVAL OLUR MU?
Katledilmesinin üzerinden iki yıl geçti; “dört ayaklı minare”nin önünde söylediği hangi söze itiraz
edebilirsiniz ki?
Katledenler de öyle düşünmüş olmalılar ki olmayan “fikirler”inin yerine silahla cevap
vermişlerdi Elçi’ye.
Çünkü Elçi, savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar, “bölgemizden uzak olsun” dileğinde
bulunmuştu.
Sessiz çoğunluğun sesine tercüman olarak, ölüme karşı yaşamın, çatışmalara
karşı barışın “Elçi”si olduğu için “zeval”
ettiler O’na.
Oysa “Elçiye zeval olmaz”dı!
O’na “zeval” etmek istediler
ama gene de susturamadılar; üzerine düşen “zeval”ı
hiç aksatmadan, son nefesine kadar “ağaçlar
ayakta ölür” deyiminin hakkını vererek yaşadı.
Hem içerideki hem de dışarıdaki kadim halklarla kardeşçe yaşamayı
hak eden bir coğrafyanın orta yerinde, her türlü ihanete ve şiddete rağmen demokratik
ve özgürlükçü bir Türkiye’nin kurulabileceğine olan inancıyla göçtü bu
dünyadan.
Elçi’nin dileği, her zamankinden daha acil bir talep olarak
karşımızda duruyor.
Bir kez daha tekrar edelim; “mücadele
edenler her zaman kazanamayabilir ama yalnızca mücadele edenler kazanır.”
Yorumlar
Yorum Gönder